top of page

Ben,

İbrahim Dinç

Bir insana sorulan klasik sorulardır: Nerelisin? Kaç yaşındasın? Hangi okulları bitirdin? İlk soruyla başlıyorum: Bendeniz, Kütahya Tavşanlı doğumlu İbrahim Dinç. Gelin şimdi yakından tanışalım, diğer soruların ve daha fazlasının cevaplarını da böylelikle vermiş olalım.

IMG_7616.jpg_resize=1024,1536&ssl=1.jpg

Biyografi

Bizler bir tohum gibiyiz. Toprağa ekilir ve filizlenmeye başlarız. Her filizin bir süresi vardır bu evrende onu tamamlar. Her birinin birbirinden ayrı zamanda vakti gelir. Vakti gelen de tomurcuklanır ve çiçek açar. Açan çiçeklerin de hiçbiri birbirine benzemez! Hepsinin şekli, rengi, kokusu başka başkadır. İnsan da böyledir işte. Ancak nedense insanların hep birbiriyle benzer olması beklenir. Klasik bir döngü senaryosu vardır insan için: İlkokul, lise, üniversite, kariyer ve evlilik.

Köy Bakkalında Geçen Bir Çocukluk

Çiftçi ve ticaret kökenli bir aileden geliyorum. Babam köyde her şeyi layığı ile yaşamış bir insandır. Tabii bu köy yaşamı bana nasip olmadı. Dedemin 1970’lerde Almanya’ya gitmesiyle, babamlar da ilçeye taşınmışlar. Böylece, amcam ve babam endüstri meslek lisesinde okumaya devam etmişler. Eskiden ticaret denildi mi akla sebze ve meyve gelirdi. Köylü mahsulünü şehre getirip satardı. Babam da bir yandan okur diğer yandan hem köyden getirdiklerini hem de çevre illerden gelen ürünleri alıp satmaya devam edermiş. Hafta içi okul, hafta sonu pazar…

Babam, benim çocukluk dönemimde ticaretini ilerletmişti ve market işletiyordu. Köyleri tek tek dolaşarak toptan ürün satıyordu. Ben, babam ile büyüdüm; babam nereye ben oraya. O zamanlar 4 - 5 yaşlarındayım. Babamım kahverengi bir çantası vardı, hiç gözümüm önünden gitmez. Bu büyük çanta boyum kadar olmasa da göbeğime kadar geliyordu. Babam bu çantayı dizlerinin üzerine koyar ve köy bakkaliyesinin siparişlerini yazardı. Bu durum benim çok hoşuma giderdi. O çantanın çıkarmış olduğu sese de hayrandım. Babam yürüdükçe o ses duyulurdu: şıkırt şıkırt…

Marketimizin önüne cumartesi günleri köy pazarı kurulurdu, bizler de dükkânın önüne sergi yapardık. Benim için 1992 - 1994 arası bu şekilde geçti. Bizim memlekette o zaman kömür işletmeleri olduğu için 10.000’e yakın çalışan vardı. Ulaşım zor olduğu için ilçeye gelip gitmek de zordu. Bu yüzden bizim market tıklım tıklım olur, içeriye sıra ile müşteri alırdık. Marketimiz çok büyük değildi ama çok sayıda depo vardı. Köylüler gelir, aylık temel ihtiyaç malzemelerini alırlardı. O küçük markette 10 - 15 kişi çalışıyordu. Çocuk gözler ile izlerdim olan biteni. Kasada sürekli sıra olduğunu hatırlıyorum. Aynı zamanda veresiye defteri de vardı. Babam ilçedeki birçok insanı tanırdı. Babamı çok severlerdi, sohbet ve muhabbet uzar giderdi. İnanır mısınız o sohbetleri dinlerken mest olurdum. O kadar içten konuşmalar gerçekleşirdi ki hikâye gibi gelirdi bana.

Markette de boş durmazdım, nerde haylazlık var orada ben varım. Bir gün hiç unutmuyorum; kasaya boyum yetmiyor diye kendimce karton kutudan kasa yaptım. Çocukluk aklıyla bütün paraları o topluyor diye sinir oluyordum kasiyere. Ben de ona rakip olarak bir kasa daha kurdum. Henüz 6 yaşındayım ve gelen müşterilere: ’Paraları bana vereceksiniz!’ diyordum. Birde “o kasiyere vermeyin” diye uyarıyorum. Şimdi düşününce gül gül ölüyorum.

Burnumda Tüten Köy Kokuları

Babam ile hafta sonları dükkânda kalır, hafta içiyse köy bakkallarını gezerdik. Çocuk olduğum için hep oynamak isterdim. Ama köylerde böyle bir imkânım olmazdı. Çok canım sıkıldığında köyü gezmek için babamın yanından kaçardım. ‘Gözümün önünde ol İbrahim.’ derdi babam. Ben de ‘Tamam baba.’ derdim. Peki, kim dinler bunu? İnatçı bir kişiliğim var, bildiğimi okurdum.

Köylere gittiğimiz zamanlardan aklımda kalan iki koku var; biri tezek kokusu diğer ise yanan odunların etrafa yaydığı koku. Eskiden köylerde inanılmaz bir kış hazırlığı olurdu. Kazanlarda konserve yapılırdı. Dışı simsiyah olmuş, altında odun ateşi yanan 10 - 15 kazan kaynardı. Kazanlardan yayılan konserve kokusu tüm köye yayılırdı. Bazen de kadınları sacın üzerinde gözlemeler pişirirken ve köy fırınlarında ekmek yaparken görürdüm. İletişim konusunda çok iyi olduğum için gözleme yapan kadınların yanına gider, onları seyrederdim. Anadolu’da göz hakkı vardır. Nerede ne pişerse pişsin, gören kişiye ikram edilir. Bana da kadınlar pişirdikleri gözlemeden verdiler. O zamana kadar kimseden hiçbir şey almamıştım. Gözlemeyi kaptığım gibi bağırdım: ‘Baba gözleme kazandım!’ diye. Ne komik değil mi? Babamsa köy yerinde beni arıyor… Adamın işi başından aşkın bir de benimle uğraşıyor. Eee, haklı olarak kızdı tabii. İlkokula başlayana kadar böyle geçti maceralarım.

bottom of page